20 Kasım 2013’te BBC’nin yayımladığı bir raporda Büyük Britanya’da “dil becerisi eksikliğinin endişe verici” olduğu açıklandı. Son yirmi yıldır bu ülkede yaşayıp, eğitimde gerçekleşen kesintilere, dile olan ilgi eksikliğine ve dil bölümlerinin kapanmasına şahit olanlar için bu hiçte sürpriz olmadı. Bununla birlikte İngiliz Kültür Konseyi, Türkçeyi öğrenilmesi gereken ilk 10 dil listesine koymuş, benim için bu hem sürpriz hem de mutluluk verici oldu.
Bu öneri, tabii ki, Büyük Britanya’nın Türkiye ile gerçekleşen ticari ilişkilerini geliştirmek ve Büyük Britanya Üniversitelerinden mezun olan gelecek kuşaklara iş sağlama amacı ile verilmişti. Bu durum 1993’te SOAS Üniversitesine kaydımı yaptırırken benim için tamamen farklıydı. İş dünyasında diplomasız 10 yıl devam edebilmiştim. Doğrusu tamamen bilgi dünyamı geliştirmek için yeni bir yaşam seçmiştim ki kendimi birden gökyüzünden yere çakılırcasına bir gerçekle karşı karşıya bulmuştum; üniversite sonrası bulduğum işler o kadar sıradandı ki sadece kirayı karşılamamdan ibaretti.
Neden Türkçe öğrenmeye karar verdiğim sorusu ile sık sık karşılaşıyorum, fakat bunu cevaplamakta bende zorlanıyorum. Çünkü bu tamamen gelişigüzel bir karardı, bu bir anlık karar yaşamımda çok önemli değişiklikler meydana getirdi. Tabii ki bu gelişigüzel karara, yaşamımda meydana gelen birtakım gelişmelerden sonra vardım. Yaşamda çok büyük ideallerimin olmaması ve geleceği çok fazla ciddiye almamam da bu etkenlerdendi. Özellikle Meksika’ya gitmek için verilmiş plansız bir karar, beni gitmek istediğim Meksika yerine Türkiye’ye götüren bir uçak, adeta kaderimin kendi kendisini yönetmesinden ibaretti. Bununla beraber ikinci unsur özellikle en önemli unsur benim müziğe karsı olan sevgimdi. Bu sevgi yaşamımdaki bütün iniş ve çıkışları daha katlanılabilir bir hale getiriyordu. Bu sevgi vesilesi ile geleneksel olarak bilinen bütün kariyerlere karşı bir ilgim hiçbir zaman olmadı. Üçüncü ise müziğine olan sevgim kadar Türk Diline karşı da olan büyük bir sevgim vardı.
Her dilin kendisine has bir müziği vardır, bir dilde ki sesler, müzikte de olduğu gibi, bireylerin kişisel zevklerine bağlı olarak onlarda farklı duygular uyandırabilir. Bazı insanlar Rusça’ya bayılırken, bazı insanlar için Fransızca romantizm ve şiirin dilidir. Bazı insanlar Almancayı oldukça sert bir dil olarak düşünürken, bazı insanlar da Almancayı felsefenin temel dili olarak kabul ederler. Benim içinde en büyük çekicilik Türkçe dili için olmuştur.
1990 yılında Meksika’ya gitmek için kötü yapılmış bir planın sonunda, benim gibi seyahat eden bir arkadaşla birlikte, Trabzon’un ilçelerinden birinde bulmuştuk kendimizi. Orada nasıl olduysa bir ayakkabıcı, onun arkadaşı ve birde bar sahibi ile iyi arkadaş olmuştuk. Aramızda işaret dili, bildiğimiz birkaç Almanca kelime ve ilk okulda İngilizce öğrenen 8 yaşında ki bir çocuk aracılığıyla antlaşmaya çalışıyorduk. Misafirperverlikleri altında ezildiğim bu iki insan yüzünden, biraz Türkçe öğrenerek onlara ne kadar minnettar olduğumu göstermeye karar vermiştim.
O zamanlarda, Trabzon’da Türkçe-İngilizce konuşma kılavuzu bulmak neredeyse imkansızdı, ben tam ümidimi kesmişken günlerden bir gün, bir dükkan sahibi, gülümseyerek elime nerdeyse bir ciltlik, eski bir kitap yerleştirmişti. Kitap öyle kibirli bir İngilizce ile yazılmıştı ki, yazarının hizmetçileri olan bir evde büyüdüğünü düşünmek mümkündü. Kitap çok işe yaramasa da, benim için yeni bir kapı aralamıştı. Bundan hemen sonra, Türkiye’nin önemli özgün müzik sanatçıları tarafından seslendirilen çok güzel müzikler dinleme şansı yakalamıştım. Müziğe vurulmuştum, ve çantamda üç kasetle birlikte İngiltere’ye geri dönmüştüm. Bugün internet üzerinden dünyanın her yerinden müziğe ulaşmak mümkün olduğu için o zamanki kasetlerin değerini anlamamak mümkün olabilir. Fakat bu kasetler, birkaç yıl boyunca, elimdeki tek Türkçe (ve Kürtçe) kasetler olup, bunları saatlerce dinleyip, kasetlerin üzerindeki kelimeleri çözümlemeye çalışıyordum.
Birkaç yıl böyle geçtikten sonra ve özellikle müzik dünyasının bende yarattığı hayal kırıklığı, işimde ki mutsuzluk, hayatımda yapmak istediğim değişiklikler gibi unsurlar bir araya gelince üniversiteye gitmeye karar vermiştim. İngiltere’de Arap-İngiliz bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştim. Ailem anlamamamı istedikleri bir konu olunca Arapça konuşurlardı. Evden ayrıldıktan birkaç yıl sonra, onların bu oyununu bozmak için Arapça öğrenmeye karar vermiştim. Fakat daha öncede bahsettiğim yanlış planlanmış Meksika gezisi her şeyi değiştirmişti. SOAS’ın müfredatında Türkçe görmek beni gerçekten de şaşırtmıştı, daha önce bu dilin İngiltere’de öğretilebileceğini hiç düşünmemiştim . Bunun üzerine Türkçe-Arapça öğrenimi için kaydımı yaptırdım, böylece üç kasetimin üstündeki sözleri çözümleyebilecektim, en sonunda Türkçe ve Orta Doğu Tarihini okumaya başladım.
Oldukça küçük, sıcak ve dostane bir bölüm olan Türkçe departmanı, fazlası ile diplomatik olan sayın Dr., Bengisu Rona tarafından yönetiliyordu. Dr. Rona derin dalgalarda gemisini süren bir kaptan edası ile, zor şartlar altında ustaca verdiği dersler sayesinde öğrenciler Türkçe diplomalarını alıyorlardı. Fakülte oldukça ilginç bir kişiliklerden meydana geliyordu; Osmanlı Tarihini şevkle aydınlatmak isteyen aşırı ciddi akademisyenler, tatillerde Türk delikanlılarına vurulup Türkçe öğrenmek isteyen masum bakışlı kızlar ve benim gibi hiçbir kategoriye girmeyen birkaç tuhaf tip vardı. Okulun üçüncü yılında, mükemmel bir şekilde öğrendiğimiz dilbilgimizle birlikte, İstanbul Boğaziçi Üniversitesine gönderiliyorduk. Ben Londra’da okumaktan ve sahne almaktan çok mutluydum, ve başka bir yere gitmeye hiç niyetim yoktu. Bundan dolayı da bu teklifi geri çevirmeye karar vermiştim. Neyse ki dostum ve aynı zamanda okul arkadaşım Jane Carpenter, bunun mükemmel bir tecrübe olacağına beni ikna etti, ve sonunda da Jan haklı çıkmıştı. Türkiye’de geçirdiğim zaman dilimi girdap dolu tecrübelerle doluydu. Yaşama çok daha farklı bakmaya başlamıştım, daha önce doğal hakkım olarak gördüğüm ve kullandığım birçok şeyi sorgulamaya başladım. Buda dünyayı genel anlamda daha iyi anlamamı sağlamıştı. Başta gitmek istemediğim bu yerden Londra’ya geri döndüğümde oldukça üzgündüm.
Mezun olduktan bir yıl sonra, yüksek lisansımı tartışmaya yol açabilecek, modern Türk Tarihi dönemine ait “Fatsa Olayları” üzerine yapmak istemiştim. Fakat bir şekilde kutuplaşma yaratan bu konu üzerine danışman hocalar bulabilme zorluğu ve öğrenci harçlarım yüzünden bir borç batağına girme gerçeği ile karşı karşıya gelmiştim ve sonuç olarak ta emek piyasasına girmeye karar verdim. Serbest çevirmenlik işi ile ilgili olarak kısa süreli bir maceram olsada, Türkçe dili ilgili direk hiçbir işim olmadı. Fakat yıllar geçtikçe Türk müziği ve dili ile ilişkim giderek daha da derinleşti, yıllar sonra hiç farkında olmadan kendimi profesyonel bir çevirmen ve müzisyen olarak buldum.
Geriye dönüp baktığımda, her ne kadar yüksek lisansımı yapmakta geri adım atsam da, üniversiteden mezun olduğumdan beri Türkçe ile bir şekilde hep içli dışlı oldum. Bu bir nevi işleme yaparken birbirine geçen bir nakış gibi oldu. Müzik kariyerim ile ilgili bilgilerim ayrı bir internet sayfasında yer almaktadır fakat burada müziksel bir notayı vurgulamayı önemli görüyorum. Müzisyen olmam beni Türkiye’nin çok değişik yerlerine taşıdı, farklı insanları, farklı yaşamlardan tanımamı sağladı. Uzun yolculuklar çok yorucu olabiliyor fakat yeni bir şehre gittiğimde, beni daha önce hiç tanımadığım insanlar evlerine davet edip misafir ettiklerinde, bütün yorgunluğumu unutup ne kadar şanslı olduğumu hissediyorum. Müzisyen olarak yaşadığım tecrübelerden ve çok kısa bir süre içerisinde tanıştığım insanlardan dolayı, ülkenin iyisi ve kötüsü ile farklı yanlarını gördüğüm için kendimi şanslı hissediyorum. Bazen bu bölümde okumasaydım yaşamım nasıl oldu diye düşünüyorum.
Hayatında ne istediğini bilip yaşamını ona göre şekillendiren insanlara büyük saygı duyuyorum, fakat benim için yaşamımda hemen hemen hiç planlamadığım yolculuklar en mutlu yolculuklardı. Bu nedenle, yazımın başına dönersem, ikinci bir dil öğrenmek sadece kariyerinizde ilerlemek için değil, siz olmasına izin verir, size daha önce ummadığınız kapıları açıp, sizi daha önce hiç beklemediğiniz bir kişiliğe büründürür. Sadece dilini anlayarak başka bir ülkenin kültürünü tamamı ile anlayabilirsiniz ve bu şekilde kendi kültürümüzde daha iyi anlayıp başkalarının bizi nasıl değerlendirebileceğini anlayabiliriz.